İsterseniz konuya Köy Enstitülerinin kuruluş amacını anlatan genel bir tanımlama ile başlayalım.. Köy Enstitüleri öğretmen yetiştirmek toplumu aydınlatmak amacıyla 1940 yılında Atatürk’ün ölümünden yaklaşık iki yıl sonra, onun idealine ülkeyi kalkındırarak Uluslar-arası medeni seviye taşımak amacıyla kuruldu.
20.yy başlarında Anadolu da ki okur-yazar oranının düşük(halkın %90’nın okur yazar değil) ve bu oranın içinde ise kadınlar yok denecek kadar azdır. Osmanlı Devletinden bu yana gelen yıllardır uygulanan eğitim şekli(Medreselerde-dini, Azınlık ve Yabancı Okullarda-milliyetçi, Klasik Tazminat okullarında uygulanılan-batılı eğitim) olmak üzere üç kanallı eğitim sonucu sürekli birbiriyle çatışan bir toplum oluşturmuştu. İstanbul da saray çevresi ve devleti yönetenler dünyada görülmemiş bir saltanat sürerken, Anadolu insanı ortaçağ karanlığında bir yaşama terk edilişi içler acısıdır. İşte bu anlayış ile ilerlemenin, modernleşmenin, bir ulus olmanın imkanı yoktur. Köy Enstitülerinin temeli aslında 1935 yılında Mustafa Kemal’in silah arkadaşı Albay Saffet Arıkan’ın Milli Eğitim Bakanlığına, beraberin de de İsmail Hakkı Tonguç’ un da düşüncelerine yakın olması nedeniyle İlköğretim Genel Müdürlüğüne getirilmesiyle Köy Enstitülerinin kuramcısı ve uygulayıcısı İsmail Hakkı Tonguç dönemi de böylelikle başlamış olur. İlk önce köyler ve kentler arasında ki dengesizliğinin bir an önce giderilmesi için, köylerde öğretmenlik yapabilecek donanımda yeni tip öğretmen modeli yetiştirilmeye başlanılır.. Ülke kalkınmasında lider özelliği olan öğretmenler.. yine köylerde okuyan çocuklardan sadece okul öğretimi değil tarım, teknik dersler, sağlık memuru, ebe, sanat adamı gibi eğitimleri de verebilecek birçok dalda donanımlı öğretmen modeli yetiştirilmesi hedeflenir. Böylelikle 1940 da Köy Enstitüsü yasası çıkar. Köy öğretmen okulları-Köy Enstitülerine sonra örgütlenme yasası ile devamında sağlık elemanı yasası ve sistemin en üst kurumu olan Yüksek Enstitüler açılarak da köylerde okullaşma sistemi yasal hale getirilip ciddi koordineli bir planlamayla, sağlam temellere dayalı bir eğitim köylerde oluşturulmuş olunur. Hedef on yıllık plan dahilinde olup Türkiye de okulsuz köy, öğretmensiz okul bırakmamaktır. Köy Enstitülerinde iş eğitimi üretim amaçlı, çocukların birey olarak yetiştirilip, topluma katıldığında ise kendi kendine yetebilecek, yaşayabilecek donanımda olması amaçlanmıştı..
Günümüzde ise Eğitim sistemimizde ki akıl ve mantık dışı git-gel’ leri mutedil dalgalanma durumlarımızı gördükçe.. Ne yapacağını-hangi okulda ki eğitim daha iyi diye koşuşturan veliler eğitim sistemimizin gün geçtikçe tutarsızlığı karşısında ne yapacağını bilmez şaşkına dönmüş bir durumla karşı karşıya bırakılmaktadırlar.. Oysa ki geçmişe bakıldığında her şey çok farklı ve son derece planlı bir şekilde işlemişti/işleyecekti günümüzde ki yaratılmak istenen boş bir nesle inat.. Kıymetli yazarımız Yılmaz Özdil’in bir yazısını aynen size aktararak durumun ciddiyetine yukarıda verdiğim bilgilerime paralel somut bir örnek olarak paylaşmak istiyorum..
BERKANT ve SAMANYOLU ŞARKISI....Bir şarkisin sen, omur boyu sürecek.
Hiç merak ettiniz mi, şehirde değil, kerpiç evli bir köyde 1938'de dünyaya gelen ve 2012 yılında aramızdan ayrılan, unutulmaz "Samanyolu" şarkısını söyleyen Berkant, ortaokuldayken piyano çalmayı nereden bildiğini?.. Yetmiş sene evvel, ilkokuldayken, memleketin yüzde doksanında radyo bile yokken, mızıka ve akordeon çalmayı kimden öğrenmişti? Henüz 14 yaşındayken, Frank Sinatra, Dean Martin, Nat King Cole şarkılarından oluşan repertuvara nasıl sahip olabilmişti? Dedim ya, 1938'de köyde dünyaya gelen çocuk.. On sekiz yaşındayken orkestra kurmayı, Saksafon çalmayı, hangi vizyonla akıl etmişti ?..
Çünkü..
Babası Hasan Akgürgen 'in Köy Enstitüleri'ndeki görevi nedeniyle Ankara'nın Hasan oğlan Köyü'nde dünyaya gelmiş, ilkokula Hasan oğlan Köy Enstitüsü'nde başlamış, babasının tayini gereği, Bilecik'e, Denizli'ye gitmiş ama, ailesi tarafından hep "köy enstitüsü ruhuyla büyütülmüştü..
Berkant'ın temel eğitimini aldığı Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde tarih derslerini Ordinaryüs Profesör Enver Ziya Karal, zooteknik derslerini Profesör Selahattin Batu, ekonomi derslerini Profesör Muhlis Ete, kültür-edebiyat derslerini Sabahattin Eyüboğlu, ziraat derslerini Profesör Kazım Köylü, coğrafya derslerini Profesör Ferruh Sanır veriyordu. Peki, ya müzik derslerini ?.. Âşık Veysel ve Ruhi Su !..
Ankara Konservatuvarı' nın saygın ustaları klasik müzik öğretiyordu. 1945 senesinde, Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nün enstrüman demirbaşı şöyleydi : 259 mandolin, 55 keman, 37 bağlama, 8 akordeon, 3 piyano, 3 davul, 1 metronom ve 1 pikap..
"Harika çocuklar Suna Kan ve İdil Biret, enstitüye misafir getiriliyor, köy çocuklarını teşvik için yaşıtlarından keman ve piyano dinletiliyordu. Âşık Veysel ve Ruhi Su ise saz çalmasını öğretiyordu. Âşık Veysel, enstitü bahçesine kiraz fidanı dikmiş, seneler sonra ziyaret edip kollarını açarak kiraz ağacına sarılmış, nasıl boy verdiğini hissetmişti..
Resim yapıyorlar, voleybol oynuyorlardı.. Sinema salonu vardı, tiyatro salonu vardı..
Bedri Rahmi Eyüboğlu bir hatırasını şöyle anlatmıştı
"Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ne gitmiştik. Okulun hayvanlarını barındıran ahırda bir çocuk gördüm. Gece nöbeti ona düşmüş, elinde kitap vardı, dalmıştı. Shakespeare okuyordu. Okuduğunu nasıl kavradığını, ertesi gün oynadıkları piyeste gördük.."
Mozart, Vivaldi, Beethoven dinliyorlar Gorki, Tolstoy, Zola okuyorlardı. Molieré'in "Kibarlık Budalası"nı, Sofokles'in "Kral Oedipus"unu, Gogol'un "Müfettiş"ini sahneliyorlardı.
Mesela, bir mezuniyet töreni programı sırasıyla şöyleydi İstiklal Marşı, bağlama konseri, türküler, mandolin konseri, şiirler, keman konseri, piyano konseri, koro, Anton Çehov'un "Bir Evlenme Teklifi", diploma takdimi ve topluca oynanan zeybek...
Tüm zamanların gelmiş geçmiş en şöhretli şarkısı "Samanyolu’ nu ölümsüzleştiren, dededen toruna nesiller boyu adeta marş gibi ezberleten Berkant, işte bu "ruhun Türkiye'ye armağanıydı..
İşin ilginç tarafı, romantizm tarihimizin en önemli şarkısının adı "Samanyolu" ama, şarkının içinde tek kelime "Samanyolu" geçmiyor..
Tıpkı, eğitim-öğretim tarihimizin en önemli parçası KÖY ENSTİTÜLERİ' nin, günümüzün eğitim sisteminde adının geçmemesi gibi..
İşte böylesine bir gerçeklilik içerisinde Anadolu coğrafyasında köklü değişmelerin zor koşulları içinde, kültürel ve tarihsel değerler üzerine Türkiye toplumunda bir değişim, yenileşme, gelişim sürecine paralel yeniden yapılanmamızın mimarı Atatürk’ün Osmanlı’dan sonra ki kuruluş planlarında olan Türk insanın katılımı, bireysel insiyatifini harekete geçirerek de Demokrasi leşme sürecimizde yep yeni bir sosyal yapılanmayı, yeni bir yaşam biçimini amaçlamamış mıydı zaten ATAMIZ..! çağdaş uygarlık yolunda kırılma noktamız olan Cumhuriyet projesi ile batılı seviyeye yükselme/ kalkınma savaşımızda.
Konuya kaldığım yerden devam edecek olursam Sistemin devre dışı bırakılması ise ikinci Dünya Savaşın dan sonra Atatürk devrimlerine ve aydınlanmacı kurumlara karşı olanların sesinin yükselmesi ‘Köy Enstitülerinin’ toprak ağalarını, şeyhleri ve devlet bürokratlarını tedirgin etmeye başlaması ve 1946 yılında Milli Eğitim Bakanının el değiştirmesi ile birlikte Enstitülerinde kapatılma süreci başlanılmış oldu. 1950 seçimlerinde ‘Demokratik Parti ‘ yle birlikte Köy Enstitülerin adı dahil 1956 yılında tamamen ortadan kaldırılmış olundu.
Günümüze tekrardan döndüğümüzde yine yakın zamanda okuduğum bir yazıyı günceliğini koruması ve güzel bir örnek olması açısından ekleyerek sizlerle paylaşıyorum bir müzik öğretmeninin direk ağzından yazılan cümlelerle..
1 Nisan Çarşamba günü köy okulumuzda gerçekleştirilmek üzere Opera Sanatçısı Devrim Demirel ve bir grup sanatçıdan oluşan topluluğun okulumuzda eğitim konserinin izin yazısını Antalya Elmalı İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne yazdık. Bugün iznin verilmediği telefonu geldi. Antalya Elmalı İlçe Milli Eğitim Müdürü Recep Akalın’ı arayıp iznin verilmeme nedenini sorduğumda "ÇOCUKLAR NE ANLAR OPERADAN!" yanıtını alınca şoka girdim. 3 yıllık öğretmenliğim sürecinde hiç bir şey den ve hiç kimseden korkmadım. Emeklerimin ve yaptıklarımın hep arkasında durdum. Bir eğitimcinin eğitimle asla bağdaşmayan cümlesini duymak beni çok üzdü.
Sizler ne olur çocuklarınızı müzikten, operadan, senfoniden, halk müziğimizden, köy müziğimizden uzak tutmayınız.
EMRE DAYIOĞLU(Antalya Elmalı İlçesi Bayralar Köyü, Müzik Öğretmeni)
Yazıyordu öğretmenimiz adeta haykırırcasına durumun vahimliğine dikkat çekmek için..
Yine bir başka okuduğum gazete haberi ise..
En yetkili kişi itiraf etti: başlığı ile,
“Eğitimde başarısız olduk! Bu neyi değiştirdi? Hiçbir şeyi.. İstanbul'un varoş olmayan, orta sınıfın yaşadığı bir mahallesinde bile ilkokul çocukları/çocuklarımız kelimenin tam anlamıyla Allah'a emanet. Veli olarak iyi bir öğretmene çocuğunuzu emanet etme çırpınışlarınızı bir kenara koyun duvarlar ve sıralardan ibaret, çaresiz müdürler ve öğretmenlerin yaşamaya çalıştığı bir ortam var karşınızda. Anne, babalar bu durum karşısında aile birlikleri oluşturup, öğretmenlerle, çocuklarına destek olma peşindeler. Çünkü okulların çoğunda yemekhane yok, çalışan anne-babaların çocukları emanet edebileceği etüt sınıfları yok ve çocuklar 14.20'dan sonra okulu terk etmek zorunda. Ondan önce çocuğunuza öğlen yemeği götürmek zorundasınız. Küçücük bir sınıfta altı, yedi, sekiz yaşlarındaki 30-40 öğrenciye, veliler ayakta yemek yedirmeye çalışır. Sanki bir filmde, bir savaş sahnesinde çocuklarını korumaya çabalayan çaresiz insan görüntüleri. Birkaç yıldır okullara akıllı tahta vaat ediliyor. Bırakın akıllı tahtayı, kadrolu bir hademe/temizlik işçisi yok çoğu okulların. Güvenlik ve servisler eğitimsiz kişilere emanet. Çocukların dolapları, camların perdeleri, masa örtüleri yok. Hademenin, güvenlikçinin ve öğretmenin eğitim için kullanacağı bilgisayar ve projeksiyon aleti için ailelerden para toplanıyor. Neden? Çünkü aileler için çocuk her şeydir. Çocuk demek, vatan demektir .Biz veliler geç de olsa öğrendik. Ödediğimiz milyarlarca lira vergiyle okulumuzu, öğretmenlerimizi, çocuklarımızın eğitimini ve yaşadığımız mahalleyi cennete çevirebilirmişiz. Yurttaşlar olarak ödediğimiz vergilerin karşılığını çocuklarımız alsın istiyoruz…
Evet.. bugün geriye dönüp baktığımızda, aşılamayan bir deneyim olarak Köy enstitüleri yetmiş yılı aşkın(1940) umudumuzun-umutsuzluğa dönüştüğü, eğitim sisteminde gelinen son nokta da yukarıda ki paylaşımlarımla da sabit, özetliyor olması gerçekliği bize ne çok şeyi anlatıyor. Eğer ki Köy Enstitüleri hala olsaydı ve geliştirilip günümüze taşınsaydı bugün 7-8 milyon insanımız okuyup-yazamaz bir halde 21.yy da karşımıza çıkmayacaktı. 1 milyonu aşkın çocuk ilköğretim dışında kalmayacaktı. Ülkenin gelişmişlik düzeyi medeni ülkelerle boy ölçüşecek, belki de bu planlı Eğitim sistemiyle birçok ülkeyi geride bırakacak düzeyde bilim, sanat adamı vs.. yetiştirip ülkenin kalkınmasına refah düzeyine ve ideal ülke yönetim modeliyle akılcı, stratejik politikasıyla geleceğini garantiye alan bir ülke konumunda olacaktık. Ve Avrupa ülkelerin geri kalmış ülkeler dedikleri ya da özellikle( gelişmesin-kalkınmasın) diye geride bırakmaya çalışabilecekleri sözde insanı yardım oyunun içinde piyon olabileceğimizin çoktan keşfine taa yetmiş yılı aşkın(kuruluşundan bu yana) farkındalığımızla emin bir şekilde gelişerek yol alacaktık..
Son sözüm şudur ki Hangi şartlar ve koşullar olursa olsun umudumuzu yitirmenin bize yakışık almadığı, küllerinden doğan kurtuluş savaşı gerçeğimizi hiçbir zaman aklımızdan çıkarmadan ve de daha fazla geç olmadan bir an önce sarılmalıyız/sahip çıkmalıyız, Vatan geleceği olan Eğitimle birlikte Gençliğimize..!
Günümüzde ise Eğitim sistemimizde ki akıl ve mantık dışı git-gel’ leri mutedil dalgalanma durumlarımızı gördükçe.. Ne yapacağını-hangi okulda ki eğitim daha iyi diye koşuşturan veliler eğitim sistemimizin gün geçtikçe tutarsızlığı karşısında ne yapacağını bilmez şaşkına dönmüş bir durumla karşı karşıya bırakılmaktadırlar.. Oysa ki geçmişe bakıldığında her şey çok farklı ve son derece planlı bir şekilde işlemişti/işleyecekti günümüzde ki yaratılmak istenen boş bir nesle inat.. Kıymetli yazarımız Yılmaz Özdil’in bir yazısını aynen size aktararak durumun ciddiyetine yukarıda verdiğim bilgilerime paralel somut bir örnek olarak paylaşmak istiyorum..
BERKANT ve SAMANYOLU ŞARKISI....Bir şarkisin sen, omur boyu sürecek.
Hiç merak ettiniz mi, şehirde değil, kerpiç evli bir köyde 1938'de dünyaya gelen ve 2012 yılında aramızdan ayrılan, unutulmaz "Samanyolu" şarkısını söyleyen Berkant, ortaokuldayken piyano çalmayı nereden bildiğini?.. Yetmiş sene evvel, ilkokuldayken, memleketin yüzde doksanında radyo bile yokken, mızıka ve akordeon çalmayı kimden öğrenmişti? Henüz 14 yaşındayken, Frank Sinatra, Dean Martin, Nat King Cole şarkılarından oluşan repertuvara nasıl sahip olabilmişti? Dedim ya, 1938'de köyde dünyaya gelen çocuk.. On sekiz yaşındayken orkestra kurmayı, Saksafon çalmayı, hangi vizyonla akıl etmişti ?..
Çünkü..
Babası Hasan Akgürgen 'in Köy Enstitüleri'ndeki görevi nedeniyle Ankara'nın Hasan oğlan Köyü'nde dünyaya gelmiş, ilkokula Hasan oğlan Köy Enstitüsü'nde başlamış, babasının tayini gereği, Bilecik'e, Denizli'ye gitmiş ama, ailesi tarafından hep "köy enstitüsü ruhuyla büyütülmüştü..
Berkant'ın temel eğitimini aldığı Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde tarih derslerini Ordinaryüs Profesör Enver Ziya Karal, zooteknik derslerini Profesör Selahattin Batu, ekonomi derslerini Profesör Muhlis Ete, kültür-edebiyat derslerini Sabahattin Eyüboğlu, ziraat derslerini Profesör Kazım Köylü, coğrafya derslerini Profesör Ferruh Sanır veriyordu. Peki, ya müzik derslerini ?.. Âşık Veysel ve Ruhi Su !..
Ankara Konservatuvarı' nın saygın ustaları klasik müzik öğretiyordu. 1945 senesinde, Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nün enstrüman demirbaşı şöyleydi : 259 mandolin, 55 keman, 37 bağlama, 8 akordeon, 3 piyano, 3 davul, 1 metronom ve 1 pikap..
"Harika çocuklar Suna Kan ve İdil Biret, enstitüye misafir getiriliyor, köy çocuklarını teşvik için yaşıtlarından keman ve piyano dinletiliyordu. Âşık Veysel ve Ruhi Su ise saz çalmasını öğretiyordu. Âşık Veysel, enstitü bahçesine kiraz fidanı dikmiş, seneler sonra ziyaret edip kollarını açarak kiraz ağacına sarılmış, nasıl boy verdiğini hissetmişti..
Resim yapıyorlar, voleybol oynuyorlardı.. Sinema salonu vardı, tiyatro salonu vardı..
Bedri Rahmi Eyüboğlu bir hatırasını şöyle anlatmıştı
"Hasanoğlan Köy Enstitüsü'ne gitmiştik. Okulun hayvanlarını barındıran ahırda bir çocuk gördüm. Gece nöbeti ona düşmüş, elinde kitap vardı, dalmıştı. Shakespeare okuyordu. Okuduğunu nasıl kavradığını, ertesi gün oynadıkları piyeste gördük.."
Mozart, Vivaldi, Beethoven dinliyorlar Gorki, Tolstoy, Zola okuyorlardı. Molieré'in "Kibarlık Budalası"nı, Sofokles'in "Kral Oedipus"unu, Gogol'un "Müfettiş"ini sahneliyorlardı.
Mesela, bir mezuniyet töreni programı sırasıyla şöyleydi İstiklal Marşı, bağlama konseri, türküler, mandolin konseri, şiirler, keman konseri, piyano konseri, koro, Anton Çehov'un "Bir Evlenme Teklifi", diploma takdimi ve topluca oynanan zeybek...
Tüm zamanların gelmiş geçmiş en şöhretli şarkısı "Samanyolu’ nu ölümsüzleştiren, dededen toruna nesiller boyu adeta marş gibi ezberleten Berkant, işte bu "ruhun Türkiye'ye armağanıydı..
İşin ilginç tarafı, romantizm tarihimizin en önemli şarkısının adı "Samanyolu" ama, şarkının içinde tek kelime "Samanyolu" geçmiyor..
Tıpkı, eğitim-öğretim tarihimizin en önemli parçası KÖY ENSTİTÜLERİ' nin, günümüzün eğitim sisteminde adının geçmemesi gibi..
İşte böylesine bir gerçeklilik içerisinde Anadolu coğrafyasında köklü değişmelerin zor koşulları içinde, kültürel ve tarihsel değerler üzerine Türkiye toplumunda bir değişim, yenileşme, gelişim sürecine paralel yeniden yapılanmamızın mimarı Atatürk’ün Osmanlı’dan sonra ki kuruluş planlarında olan Türk insanın katılımı, bireysel insiyatifini harekete geçirerek de Demokrasi leşme sürecimizde yep yeni bir sosyal yapılanmayı, yeni bir yaşam biçimini amaçlamamış mıydı zaten ATAMIZ..! çağdaş uygarlık yolunda kırılma noktamız olan Cumhuriyet projesi ile batılı seviyeye yükselme/ kalkınma savaşımızda.
Konuya kaldığım yerden devam edecek olursam Sistemin devre dışı bırakılması ise ikinci Dünya Savaşın dan sonra Atatürk devrimlerine ve aydınlanmacı kurumlara karşı olanların sesinin yükselmesi ‘Köy Enstitülerinin’ toprak ağalarını, şeyhleri ve devlet bürokratlarını tedirgin etmeye başlaması ve 1946 yılında Milli Eğitim Bakanının el değiştirmesi ile birlikte Enstitülerinde kapatılma süreci başlanılmış oldu. 1950 seçimlerinde ‘Demokratik Parti ‘ yle birlikte Köy Enstitülerin adı dahil 1956 yılında tamamen ortadan kaldırılmış olundu.
Günümüze tekrardan döndüğümüzde yine yakın zamanda okuduğum bir yazıyı günceliğini koruması ve güzel bir örnek olması açısından ekleyerek sizlerle paylaşıyorum bir müzik öğretmeninin direk ağzından yazılan cümlelerle..
1 Nisan Çarşamba günü köy okulumuzda gerçekleştirilmek üzere Opera Sanatçısı Devrim Demirel ve bir grup sanatçıdan oluşan topluluğun okulumuzda eğitim konserinin izin yazısını Antalya Elmalı İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne yazdık. Bugün iznin verilmediği telefonu geldi. Antalya Elmalı İlçe Milli Eğitim Müdürü Recep Akalın’ı arayıp iznin verilmeme nedenini sorduğumda "ÇOCUKLAR NE ANLAR OPERADAN!" yanıtını alınca şoka girdim. 3 yıllık öğretmenliğim sürecinde hiç bir şey den ve hiç kimseden korkmadım. Emeklerimin ve yaptıklarımın hep arkasında durdum. Bir eğitimcinin eğitimle asla bağdaşmayan cümlesini duymak beni çok üzdü.
Sizler ne olur çocuklarınızı müzikten, operadan, senfoniden, halk müziğimizden, köy müziğimizden uzak tutmayınız.
EMRE DAYIOĞLU(Antalya Elmalı İlçesi Bayralar Köyü, Müzik Öğretmeni)
Yazıyordu öğretmenimiz adeta haykırırcasına durumun vahimliğine dikkat çekmek için..
Yine bir başka okuduğum gazete haberi ise..
En yetkili kişi itiraf etti: başlığı ile,
“Eğitimde başarısız olduk! Bu neyi değiştirdi? Hiçbir şeyi.. İstanbul'un varoş olmayan, orta sınıfın yaşadığı bir mahallesinde bile ilkokul çocukları/çocuklarımız kelimenin tam anlamıyla Allah'a emanet. Veli olarak iyi bir öğretmene çocuğunuzu emanet etme çırpınışlarınızı bir kenara koyun duvarlar ve sıralardan ibaret, çaresiz müdürler ve öğretmenlerin yaşamaya çalıştığı bir ortam var karşınızda. Anne, babalar bu durum karşısında aile birlikleri oluşturup, öğretmenlerle, çocuklarına destek olma peşindeler. Çünkü okulların çoğunda yemekhane yok, çalışan anne-babaların çocukları emanet edebileceği etüt sınıfları yok ve çocuklar 14.20'dan sonra okulu terk etmek zorunda. Ondan önce çocuğunuza öğlen yemeği götürmek zorundasınız. Küçücük bir sınıfta altı, yedi, sekiz yaşlarındaki 30-40 öğrenciye, veliler ayakta yemek yedirmeye çalışır. Sanki bir filmde, bir savaş sahnesinde çocuklarını korumaya çabalayan çaresiz insan görüntüleri. Birkaç yıldır okullara akıllı tahta vaat ediliyor. Bırakın akıllı tahtayı, kadrolu bir hademe/temizlik işçisi yok çoğu okulların. Güvenlik ve servisler eğitimsiz kişilere emanet. Çocukların dolapları, camların perdeleri, masa örtüleri yok. Hademenin, güvenlikçinin ve öğretmenin eğitim için kullanacağı bilgisayar ve projeksiyon aleti için ailelerden para toplanıyor. Neden? Çünkü aileler için çocuk her şeydir. Çocuk demek, vatan demektir .Biz veliler geç de olsa öğrendik. Ödediğimiz milyarlarca lira vergiyle okulumuzu, öğretmenlerimizi, çocuklarımızın eğitimini ve yaşadığımız mahalleyi cennete çevirebilirmişiz. Yurttaşlar olarak ödediğimiz vergilerin karşılığını çocuklarımız alsın istiyoruz…
Evet.. bugün geriye dönüp baktığımızda, aşılamayan bir deneyim olarak Köy enstitüleri yetmiş yılı aşkın(1940) umudumuzun-umutsuzluğa dönüştüğü, eğitim sisteminde gelinen son nokta da yukarıda ki paylaşımlarımla da sabit, özetliyor olması gerçekliği bize ne çok şeyi anlatıyor. Eğer ki Köy Enstitüleri hala olsaydı ve geliştirilip günümüze taşınsaydı bugün 7-8 milyon insanımız okuyup-yazamaz bir halde 21.yy da karşımıza çıkmayacaktı. 1 milyonu aşkın çocuk ilköğretim dışında kalmayacaktı. Ülkenin gelişmişlik düzeyi medeni ülkelerle boy ölçüşecek, belki de bu planlı Eğitim sistemiyle birçok ülkeyi geride bırakacak düzeyde bilim, sanat adamı vs.. yetiştirip ülkenin kalkınmasına refah düzeyine ve ideal ülke yönetim modeliyle akılcı, stratejik politikasıyla geleceğini garantiye alan bir ülke konumunda olacaktık. Ve Avrupa ülkelerin geri kalmış ülkeler dedikleri ya da özellikle( gelişmesin-kalkınmasın) diye geride bırakmaya çalışabilecekleri sözde insanı yardım oyunun içinde piyon olabileceğimizin çoktan keşfine taa yetmiş yılı aşkın(kuruluşundan bu yana) farkındalığımızla emin bir şekilde gelişerek yol alacaktık..
Son sözüm şudur ki Hangi şartlar ve koşullar olursa olsun umudumuzu yitirmenin bize yakışık almadığı, küllerinden doğan kurtuluş savaşı gerçeğimizi hiçbir zaman aklımızdan çıkarmadan ve de daha fazla geç olmadan bir an önce sarılmalıyız/sahip çıkmalıyız, Vatan geleceği olan Eğitimle birlikte Gençliğimize..!
YORUMLAR:
0 comments: