Ne güzel bir kelime aslında şu “anlamak”. Farkında olmadan hayatımızı değerli kılmıyor muyuz anladıklarımızla, hatta anlamlandırdıklarımızla? Önce bir şeyin varlığını kavrıyoruz, sonra onun üzerine düşünüyoruz, daha sonra üzerinde düşündüğümüz şeye kendimizce bir anlam veriyoruz. İyi ya da kötü bir değer biçiyoruz anlamını çıkardığımız şeye. Onu ya hayatımıza yerleştiriyoruz ya da hayatımızdan uzaklaştırıyoruz.
Kendimizi
anlamak, diğerlerini anlamak, hayatı anlamak… Gerçekten zor iş. Önceleri
kendimi anlayarak dünyayı da anlayabileceğimi düşünürdüm. Kendi gözümden
baktığım bu koca dünyayı, ancak kendi varoluşum çerçevesinde incelersem alt
edebileceğimi düşünüyordum. Hayatla mıydı bu kavgam yoksa kendimle miydi? Hala
çözebilmiş değilim. Hayatta amatör olmanın getirdiği yanılsamalardan bir
tanesiydi belki de ama fikrimi değiştirmem çok da uzun zaman almayacaktı. Her
neyse, önce kendimi anlamaya çalıştım uzunca bir süre. “Kendini anlamak da
neyin nesi?” diye sormayın. Çünkü bu kendimi tam olarak nasıl anlayamadığımın
hikayesi.
Uzunca
bir süre kendimi anlamaya çalışmamın bir sebebi vardı: Çünkü hayatta acemi ben
“İnsan hayatta yalnızca kendi mutlak bilgisine erişebilir.” şeklinde bir önermenin arkasına sığınmıştım.
Başkaları hakkında yapacağım çıkarımlar tahminden öteye geçmeyecekti. Geçse de
bunun doğruluğundan emin olmanın bir yolu yoktu ki. Bu yüzden başkalarının
bilgisine erişebilmemin tek yolu kendi bilgime erişmemdi. Zihnimde tek bir soru
vardı ve gözümün önünde fasılalı bir şekilde yanıp sönüyordu: “Empati dediğimiz
şey de buradan doğmuyor mu aslında?”
En arı haliyle empati başkalarının yerine
kendimizi koyup onları anlayabilmek değil mi?
Başkalarına dair
anlamlandırmalarda bulunmak, empati aracılığıyla onlar hakkında bir veriye
ulaşabilmek için; öncelikle kendimize ait şeyleri hazmedip, sonra onları
katlayıp cebimize koymamız gerekmiyor mu? Empati yaparken de katlayıp
koyduklarımızı cebimizden çıkarma zamanı geliyor. Burada dikkatimi çeken nokta tam
olarak şu: Empati kurabilmek için kendi sistemlerimizin varlığına duyduğumuz
ihtiyaç. Kendi var ettiklerimize danışmıyor muyuz aslında?
Gelin
görün ki, bununla karşımdakine ilişkin anlamlı bir sonuca ulaşabileceğime dair
duyduğum endişe hiç de azımsanacak gibi değil. Bunu kısa bir yolculuk gibi
düşünebiliriz aslında. “Bilinmeyen” durağından empatiye binip, empati kurduğun
kişinin beklediği durakta iniyorsun. Yolu onun gördüğü gibi görebilir misin? Ya
da onun gördüğünün ne kadarını görebilirsin? İşte bu yüzden “İnsan hayatta yalnızca kendi
mutlak bilgisine erişebilir.” Komik bir rastlantı değil mi ? Empatiyle
karşımızdaki kişiye tam erişemeyişimiz, metaforlarla bile anlatmak istediğimiz
şeyin bütününe ulaşamayışımız. Tuhaf bir tesadüf.
Fikrimin
değişmesi çok da uzun sürmeyecek, demiştim. Kendi mutlak bilgime
erişemeyeceğimi anlamam da çok zor olmamıştı aslında. Buradaki yanılsamam ise
tamamen kendimle ilgiliydi. Kendime karşı dürüst olduğumu varsaymıştım. Halbuki
bir insan kendisine karşı ne kadar objektif olabilir ki? Kendine karşı dürüst
olduğunu düşünen ben, sahiden de öyle miydim? Üstelik düşünce dediğin şey kendi
kendini çarpıtmaya bu kadar müsaitken ben kontrolün hala kendimde olduğunu mu
düşünüyordum? İşte yanılsamam tam da bu noktada başlıyordu. Hayatta hiçbir şeye
karşı kendime ,daha doğrusu kendimi anlamaya, duyduğum ilgi kadar ilgi duymayan
ben yanılmaya üzerine eğildiğim şeyden, yani kendimden başlamıştım. Bu keşiften
sonra kendime dikte ettiğim şey ise şu oldu: Bizler hiçbir şeyin ve hiç
kimsenin bilgisinin bütününe erişemeyiz. Eğer olur da hayatta “Onu hiç
tanımamışım.” diyerek üzüldüğünüz bir an olursa üzülmeyin sakın. Olur mu ? Çünkü ben de üzülmüyorum.
YORUMLAR:
0 comments: